KAÇAKÇI (Il contrabbandiere)
di Tugay Bek
Sono nato nel 1974. Lavoro come avvocato freelance ad Adana. La mia famiglia è della provincia di Çorum Osmancık, più precisamente del villaggio di Çampınar, che è un villaggio della regione centrale del Mar Nero della Turchia.
Tugay Bek
Çampınar è un villaggio situato vicino ad una foresta. Le persone che vivevano in questo villaggio una volta si guadagnavano da vivere con la foresta stessa e con il contrabbando. Mi sono ispirato ai ricordi che sentivo da mio padre.
Tugay Bek
Di seguito riportiamo prima il testo in lingua originale e poi la sua traduzione in italiano a seguire
KAÇAKÇI
Sarı kıvırcık saçları, yakından bakıncaya dek fark edilmeyen seyrek kaşları, kızıla çalan yeni terlemiş bıyıkları, incecik, uzun, yürüyen bir fidan gibiydi İrfan. On altı yaşındaydı ve babasının olmadığı anları kollayıp köy kahvesinde oturmaya gidebiliyordu artık.
O gece uzaklarda uluyan bir köpeğin sesiyle irkilerek uyandı. Bir an için geç kaldığını zannedip hızla yataktan aşağı atladı. Üzerinde ayçiçekleri olan sarı renkli perdeyi aralayıp da gökyüzünde kandil gibi asılı duran aya baktığında, kalbinin çarpıntısı dindi, rahatladı, gecikmiş değildi. Gürültü yapmamaya çalışarak bakır ibrikteki suyu avucuna döküp yüzüne çarptı. İçinde çıtır çıtır buzlar olan soğuk su, alnına ve ensesine değdikçe tüm vücudunun uyandığını hissediyordu. Annesinin ördüğü yün çorapların eski olanını alta yenisini üste giyip diz kapaklarına dek çekti. Birkaç kat giyindikten sonra dayısının askerden gelirken getirdiği dirsekleri eprimiş yeşil parkayı üzerine geçirip alt kattaki dama indi. Kapıyı araladığında duvar dibine doğru uzanmış iki inek ve bir çift öküzün tepkisizce geviş getirerek yattığını gördü. Damın kapısının hemen yanında ayakta bekleyen Rüzgar, sağrısını titreterek başını iki defa aşağı yukarı sallayıp ben hazırım der gibi bir hareket yaptı. Beş yaşında olan Rüzgar’ı babası henüz üç aylık bir tayken 7 çuval buğday karşılığı bir çerçiden almıştı. Yaşlı çerçi, Rüzgar’ın anasının Urfa’da yarışlara katılan şampiyon bir at olduğunu anlatmıştı. İhtiyarın söylediğine göre bu atın soyu ta Hicaz’dan geliyormuş. Belki de Hazreti Ali’nin atı Düldülün soyundandır diye hayal kurardı İrfan. Rüzgar ve İrfan birlikte büyümüş sayılırdı. Başkalarını yanına yaklaştırmadığı için Rüzgar’a şimdiye dek İrfan dışında kimse binmemişti.
İrfan, eski siyah bir kilimi Rüzgar’a örtüp üzerine de semeri geçirdi. Akşamdan özenle bilediği baltasını semerin sağ tarafına keskin ağzı yere gelecek şekilde sıkıca bağladı. Annesinin yatmadan önce hazırladığı yufka ekmeğe yapılmış çökelekli dürüm, soğan ve pekmezden ibaret azık torbasını ise semerin arka kısmındaki çengele taktı. Damın kapısı gürültü ile kapandığında babasının henüz uyanmamış olduğuna sevindi. Çünkü babası biricik oğlunun gece vakti tek başına hem de bir ceket için dağa gitmesine asla izin vermezdi.
Güneşin doğmasına henüz üç saat vardı. Etrafı gündüz gibi aydınlatan Ay sayesine korkularını frenleyebiliyordu İrfan. Bir süre bahçedeki tepesinde birkaç kuru yaprak kalmış dut ağacının etrafından daireler çizen iki yarasanın telaşlı hallerini seyretti. Vaktinin daraldığını düşünüp atının üzerine bir hamlede bindi. Daha önce de pek çok kez ağaç taşıyan Rüzgar hızlı adımlarla orman yoluna doğru tırmanmaya başladı. Ormana doğru yaklaştıkça karın yüksekliği artıyordu. İrfan atının kara saplanmaması için bir gün önce aynı yoldan geçtiği anlaşılan başka bir kaçakçının izini takip ediyordu. Kışın bu mevsimin de kimsenin uğramadığı dere yatağına günlerdir aralıksız yağan karın ve fırtınanın yıktığı yaşlı çam ağacını buldu. İki kulaç kalınlığında, neredeyse kasabadaki Ulucami’nin minaresi kadar uzun çam ağacının gövdesi tamamen kara saplanmış, görkemli dalları gökyüzüne doğru yardım ister gibi uzanmaktaydı.
İrfan atını yakınlardaki ardıç filizine bağlayıp, boynuna her zamankinden daha bol arpalı saman torbasını taktı. Bu anı bekleyen Rüzgar zevkle ve gürültülü bir şekilde kafasını torbaya gömdü. İrfan, çamın kenar dallarını ustalıklı bir şekilde gövdeden ayırdı. Bu büyüklükteki bir çamı, böyle karlı bir havada kasabaya kadar taşımasının güç olacağın düşünüp üçe bölmeye karar verdi. Soğuktan donan ellerini hissetmekte zorlanan İrfan’ın uzun burnu bir domates gibi kızarmıştı. Aralıksız iki saat kadar balta salladıktan sonra çamı soyup bölmeyi başardı. Çam ağacından düşen küçük sert açılmamış kozalakları, köye vardığında rengârenk boyayıp Zeynep’e veririm düşüncesiyle atın arkasında duran torbaya attı.
Gün doğmadan, ormancılar yolları tutmadan kasabaya girmesi gerektiğinden dinlenmeye vakit yoktu. Atını yükledikten sonra çamın kalan kısmını başkası almasın diye karla kapatıp yola çıktı. Ormancılara denk gelmemek için ana yolu kullanamayan İrfan, atını dere kenarına sürdü. Yakalanması halinde atına el konulacağını bildiğinden İrfan çok dikkatliydi. Babasından gizli bir şekilde yaptığı bu iş sayesinde Manifaturacı Ali’de görüp de çok beğendiği ince kahverengi çizgileri olan siyah ceketi bayram öncesi alabilecekti. Şimdiye dek akrabalarının eskilerini giymiş, hiç kendi ceketi olmamıştı İrfan’ın. Ceketi giydiğini, iki yıldır şehirde okumaya giden, her bayram mutlaka köye gelen çocukluk arkadaşı Zeynep’le karşılaştığını düşledi.
Ağaç yüklü at önde İrfan arkada bir hayal alemi içinde ve ayın ışıttığı orman yolundan çıkmak üzere iken Rüzgar aniden durdu. Değneği ile sırtına hafifçe vurup “Deh aslanım” diye bağırmasına rağmen Rüzgar kımıldamıyordu. Kocaman siyah gözlerini sonuna kadar açmıştı, şeytan görmüş gibi bir hali vardı Rüzgar’ın. İrfan, Rüzgar’ın bakışlarını sabitlediği yöne doğru baktığında karanlığın içinden parlayan bir çift göz fark etti. Biraz daha dikkatli baktığında geçidin üst tarafında çam ağacının altına uzanmış altı kurttan oluşan bir sürü olduğunu anladı. Kurtların kendisini ve atını parçalayacağını düşünen İrfan’ın kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Saldırı halinde atının kaçabilmesi için ağacı bağlayan ipleri çözmesi gerektiğini düşündü. Ancak bu karlı havada altı kurt karşısında atının çok bir şansı yoktu.
Henüz on altısında, bir ceket için atıyla birlikte ölecek olmasına inanmak istemiyordu. Atın üzerinde asılı duran baltayı eline alıp kurtların bulunduğu tarafa doğru üç dört adım attı. Kurtların ilgisini çekebilecek şekilde anlamsız sesler çıkarıp, bağırmaya başladı. Kurtlar bu sese kulak kabarttılarsa da bulundukları yerden hareket etmediler.
İrfan elindeki baltayı bir tüfek gibi omzuna yaslayıp kurtlara doğru çevirip silah patlamasına benzer sesler çıkardı. Çıkan sesin yankısından kendi ürküyor, kurtlar ise geçitten bir yere ayrılmıyordu. Rüzgar ise daha bir huzursuzlanıyor, iki ayağını havaya kaldırıp sırtındaki yükten kurtulmaya çalışıyordu. Kurtlardaki bu tepkisizlik ve kararlılık içindeki korkuyu daha da büyüttü. Kendisini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti İrfan. Kurtların her an saldırıya geçebileceğini düşünerek umutsuzca elleri iki yana düştü. Bu sırada parkanın sağ cebinden bir kabarıklık eline ilişti. Cebine elini daldırdığında iki yıl önce babasının kendisine dut ağacının dalından yaptığı sapanı buldu. İrfan, sapan kullanmakta yaşıtlarından çok ustaydı. Yaz akşamlarında okul önünde toplanan çocuklarla eski bir tencere kapağına atış yaptıklarında her defasında İrfan kazanırdı. Her taraf karla kaplı olduğundan sapanla atmak için bir taş göremedi. Bir süre daha etrafa göz gezdirdikten sonra torbadaki kozalaklar geldi aklına. Kozalaklardan birini alıp sürünün lideri gibi duran iri, koca kafalı, uzun kırçıl tüyleri olan kurdun kafasına nişan aldı. Ancak soğuktan parmaklarını hissetmiyordu. Korkunun da etkisi ile sapanını eli titreyerek gerdi. Havada vınlayan kozalak büyük kurdun burnunun dibinden giderek kara saplandı. İri kurt kulaklarını dikti, burun deliklerini kocaman açarak etrafı kokladı. Kozalağın saplanıp, karın üzerinde krater gibi bir oyuk açtığı yere burnunu sokup nefesi ile karı havaya püskürtü. İrfan, elindeki diğer kozalağı kurt sürüsünün altında yatmakta olduğu, yelpaze gibi açılmış dalları karla kaplı olan ulu çamın gövdesinde en tepe noktasına nişan aldı. Sapanı bütün kuvveti ile gerdi, birden ve sakince bıraktı. Çam kozalağı yine havada bir vınlama sesi çıkartarak büyük bir gürültü ile ulu çama çarptı. Çam uykusundan uyandırılan bir dev gibi silkelendi. Üst dallardan dökülen karlar, domino taşlarının düşüşü gibi bütün dallardaki karın gürültü ile dökülmesine neden oldu. Ulu çamın altında yatmakta olan kurtların vücudu büyük oranda karla kaplandı. O ana dek yatmakta olan kurtlar hep birlikte panik halinde havaya fırladılar. Bu sırada geçidin köy tarafından bir çift çoban köpeğinin havlama sesi duyuldu. Sürünün lideri olan iri kurt, üzerine biriken karı silkeleyip ormanın içine doğru hızla koşarken diğer kurtlar da onu takip etti. Derin bir nefes alan İrfan, bir süre bekledikten sonra atının ipini çekip geçitten ayrıldı. Soğuktan kulaklarını ve parmak uçlarını hissetmeyen İrfan, uzak tepelerde sızan ışıklara bakıp şimdi bu evlerin içinde sıcak sobanın yanında olmak vardı diye hayal edip iç geçirdi.
İrfan ve Rüzgar, iki saatin sonunda kasabaya vardığında sokak lambaları halen yanıyordu. Irmak kenarında bulunan hızarcıya varıp atının yükünü indirdi. Sırtındaki ağırlıktan kurtulan, köpükler içinde kalan Rüzgar, terini uzun uzun yalayıp derisini sert sert dişledi. İrfan ağacı sarmak için kullandığı ipi toparlarken hızarhanenin sahibi atölyeye geldi. Hızarcı eline aldığı metre ile ağacın uzunluğu ve çapını ölçtü. Kafadan bir hesap yapan hızarcı gelen ağaç karşılığı 80 TL vereceğini söyledi. Bu para ile 70 TL olan ceketi alabileceğini düşünen İrfan tüm yorgunluğunun gittiğini hissetti. Azığındaki dürümün yarısını koparıp bir çırpıda mideye indirdi.
Atını hızarhaneye bağlayıp manifaturacı Ali’nin dükkanına gitti. Vitrindeki kahverengi çizgileri olan siyah ceketi indirtti. Üzerine tam oturan ceketi bir süre aynada seyrederken, bir an önce köye dönüp, yaşadığı tehlikeli yolculuğu arkadaşlarına anlatmayı ve ceketini göstermeyi düşünüp, sabırsızlandı. Kalan para ile de annesine siyah üzerine kırmızı gelincikler olan şalvarlık kumaş aldı. Hızarhaneye dönüp, dinlenmiş ve kendisine gelmiş olan Rüzgar’a atlayıp ana yoldan dört nala köyün yolunu tuttu. Kasabanın hemen dışında atını sulamak için durmuş olduğu pınarın başında karşılaştığı yeşil parkası, parlak yıldızlı şapkaları olan, fazla kilolarından pantolonları her an yırtılacakmış gibi yürüyen, daha önce köy kahvesinde karşılaştığı üç ormancıya selam vermeyi de ihmal etmedi.
Il contrabbandiere
La traduzione è stata fatta da Asli Zengin che ha cercato di rimanere il più possibile aderente al testo originale a discapito della musicalità. Ogni lingua ha infatti la sua musicalità e frasi che “suonano” bene in una potrebbero non sortire gli stessi effetti nell’altra. Qui si è scelto di non alterare troppo il testo originale, invitiamo chiunque lo voglia a rifrasare questa traduzione con uno stile più musicato per la lingua italiana.
Con i suoi capelli biondi ricci, le sopracciglia radiose che non si notavano fino a quando non ci si guardava vicino e i nuovi baffi sudati che richiamavano il rosso, Irfan era come un alberello sottile, lungo, che camminava. Aveva sedici anni ed aspettava i momenti in cui suo padre non c’era per poter andare a sedersi nel caffè del villaggio.
Quella notte si svegliò con la voce di un cane che ululava. Pensò per un attimo che fosse tardi e saltò giù dal letto. Quando aprì la tenda che aveva sopra dei girasoli, e guardò la luna che pendeva come una lampada nel cielo, il battito del suo cuore si acquietò, era sollevato, non era in ritardo. Cercando di non fare rumore, versò l’acqua nella brocca di rame e se ne gettò un po’ in faccia. L’acqua era fredda con dentro del ghiaccio croccante, si toccò la fronte e il collo e sentì che tutto il suo corpo si stava svegliando. Per prima cosa mise i calzini vecchi di lana che sua madre aveva fatto a maglia, poi mise quelli nuovi sopra e li tirò su fino alle rotule. Dopo aver indossato alcuni strati di maglie, si mise il parka verde che lo zio aveva portato al ritorno dal servizio militare e scese al piano di sotto. Quando aprì la porta, vide due mucche e un paio di buoi sdraiati sul muro, completamente indifferenti. In piedi, proprio accanto alla porta, Rüzgar oscillava i fianchi e scosse la testa due volte come se dicesse “sono pronto”. Rüzgar, che aveva cinque anni, fu preso da un venditore ambulante per sette sacchi di grano dal padre di Irfan quando aveva appena tre mesi. L’anziano venditore ambulante aveva raccontato che la madre di Rüzgar era una cavalla campionessa che partecipava alle corse di Urfa. Il vecchio aveva detto che la discendenza di quella cavalla proveniva da Hegiaz. Irfan sognò addirittura che forse era un discendente di Düldül, il cavallo del califfo Ali Hazrat. Rüzgar e Irfan erano cresciuti insieme. Nessuno aveva mai cavalcato Rüzgar tranne Irfan, perché lui non aveva permesso a nessun altro di avvicinarsi.
Irfan mise un vecchio tappeto nero sulla schiena di Rüzgar e poi sopra mise la sella. Legò con cura sul lato destro della sella la sua ascia, che aveva affilato meticolosamente la sera prima, e la posizionò con la punta rivolta verso terra. Appese al gancio sul retro della sella il sacchetto del cibo che conteneva cipolle, melassa e un rotolo di yufka[1] con la ricotta secca, che sua madre aveva preparato prima di andare a letto. La porta si chiuse dietro di lui con un po’ di rumore e fu contento che il padre non si fosse svegliato. Perché suo padre non avrebbe mai lasciato che il suo unico figlio andasse in montagna, da solo, di notte, per una giacca.
Mancavano solo tre ore al sorgere del sole. Irfan poteva frenare le sue paure grazie alla luna che illuminava l’ambiente come fosse di giorno. Per un attimo si fermò ad osservare lo stato frenetico di due pipistrelli che nel giardino di casa, giravano intorno a un gelso che aveva solo alcune foglie secche sulla cima. Non gli rimaneva molto tempo e così salì di corsa a cavallo. Rüzgar, che aveva già trainato più volte tronchi di albero, cominciò a salire sulla strada del bosco a passi rapidi. Mentre si avvicinavano alla foresta, il livello della neve si alzava piano piano. Irfan seguì le orme di un altro contrabbandiere che il giorno prima aveva attraversato lo stesso sentiero in modo che il suo cavallo non rimanesse bloccato nella neve. In questo periodo dell’inverno nevicava ininterrottamente e nessuno andava sul letto del torrente per giorni. Lì, trovò un vecchio pino straziato dalla tempesta. Il tronco dell’albero, che era lungo quasi quanto il minareto della moschea Ulucami in città, ee era spesso ben due braccia, era completamente bloccato nella neve, con i suoi maestosi rami che si protendevano verso il cielo come per chiedere aiuto.
Irfan legò il suo cavallo ad un vicino alberello di ginepro e gli mise al collo un sacchetto di paglia d’orzo più abbondante che mai. Rüzgar attendeva quel momento da tempo e subito immerse la testa nel sacco con piacere e con forte rumore. Irfan separò sapientemente i rami del pino dal resto del tronco. Pensando che sarebbe stato difficile per lui portarlo in città con un tempo così nevoso, decise di dividere un pino di quelle dimensioni in tre parti. Aveva difficoltà a sentire le sue mani gelide ed il suo lungo naso brillava come un pomodoro. Dopo aver lavorato d’ascia per circa due ore di fila, riuscì a sbucciare e a dividere il pino. Gettò le piccole pigne dure chiuse che cadevano dal pino nella borsa che stava sulla schiena del cavallo, con il pensiero di dipingerle poi di colori diversi e di darle a Zeynep quando sarebbe arrivata al villaggio.
Prima dell’alba non c’era tempo per riposare, poiché doveva entrare in città prima che i forestali arrivassero per la manutenzione delle strade. Dopo aver caricato il suo cavallo, ricoprì il resto del pino con la neve in modo che nessun altro lo prendesse e partì. Irfan non volle usare la strada principale perché voleva evitare di incontrare i forestali, così guidò il suo cavallo fino al bordo del torrente. Irfan era molto prudente perché sapeva che il suo cavallo sarebbe stato confiscato se fosse stato catturato. Con i soldi che avrebbe ottenuto dalla vendita dell’albero, di nascosto da suo padre, prima dell’Eid[2] avrebbe potuto comprare la giacca nera con le sue sottili strisce marroni che aveva visto nel negozio del sarto Ali e che gli piaceva molto. Finora Irfan aveva sempre indossato i vecchi vestiti dei parenti e non aveva mai avuto una giacca tutta sua. Sognava di indossare la sua giacca nuova e con essa di incontrare la sua amica d’infanzia Zeynep, che era andata a studiare in città da due anni e che tornava al villaggio per ogni Eid.
Il cavallo stava davanti trainando il pino ed Irfan stava dietro, immerso nel suo mondo di sogni. Stavano per uscire dalla strada della foresta al chiaro di luna quando Rüzgar si fermò improvvisamente. Irfan lo colpì leggermente sul retro con la bacchetta e gridò “Al galoppo mio leone!” ma Rüzgar non si mosse. I suoi grandi occhi neri erano sgranati e sembrava vedesse il diavolo. Quando Irfan guardò nella stessa direzione verso cui Rüzgar puntava il suo sguardo, notò un paio di occhi luminosi nell’oscurità. Guardò con un po’ più di attenzione e si accorse che c’era un branco di sei lupi sotto un pino lungo il sentiero. Il cuore di Irfan stava per scoppiare al pensiero che i lupi avrebbero fatto a pezzi lui ed il suo cavallo. Pensò che doveva slegare le corde che legavano l’albero al cavallo in modo che potesse scappare in caso di attacco. Ma con questo tempo nevoso, il suo cavallo non aveva molte possibilità davanti a sei lupi.
A sedici anni non voleva credere che sarebbe morto con il suo cavallo per una giacca. Prese l’ascia appesa al cavallo e fece qualche passo di lato nella direzione dove giacevano i lupi. Fece dei rumori senza senso e si mise a gridare per catturare l’attenzione dei lupi. Ma anche se i lupi rizzarono le orecchie, non si mossero da dove si trovavano.
Irfan appoggiò l’ascia sulla spalla come fosse un fucile, la girò verso i lupi e fece suoni simili a degli spari di fucile. Lui stesso era spaventato dall’eco dei suoni che faceva, ma i lupi non si muovevano dal sentiero. Rüzgar nel frattempo era diventato nervoso e sollevò i piedi anteriori in aria cercando di liberarsi dal carico che aveva sulla schiena. L’indifferenza e la determinazione dei lupi avevano ulteriormente amplificato la paura. Irfan non si era mai sentito così impotente. Disperatamente lasciò cadere le mani ai suoi fianchi, pensando che i lupi potessero attaccare in qualsiasi momento ma in quel frangente notò una protuberanza dalla tasca destra del parka che toccava la sua mano. Quando immerse la mano nella tasca, trovò la fionda che suo padre aveva fatto con il ramo di un gelso due anni prima. Irfan era il più esperto tra i suoi coetanei nell’uso delle fionde. Ogni volta che, nelle sere d’estate, sparavano a un vecchio copri-pentola con i bambini riuniti davanti alla scuola, Irfan vinceva. In quel momento però, tutto era coperto di neve e non si vedeva nessun sasso che si potesse lanciare con la sua fionda. Dopo essersi guardato intorno per un po’ di tempo, si ricordò delle pigne nel sacco. Prese una delle pigne e mirò la testa del grande lupo dal lungo pelo grigio che aveva una grande testa e sembrava il capo del branco. Non sentiva le dita dal freddo, e aggiungendo l’effetto della paura, allungò la fionda con la mano che tremava. La pigna ronzò nell’aria e passò proprio sotto il naso del grosso lupo conficcandosi nella neve. Il grosso lupo rizzò le orecchie, aprì le narici e annusò in giro. Ficcò il naso dove la pigna si era incastrata, aprì una cavità nella neve simile a un cratere, e spruzzò la neve in aria con un forte soffio. Irfan allora, con un’altra pigna in mano, prese la mira verso il punto più alto del pino sotto i rami del quale, allargati come un ventaglio e coperti di neve, giaceva il branco di lupi. Allungò la fionda con tutte le sue forze, e la lasciò tutta in una volta ma allo stesso tempo con grande calma. La pigna fece di nuovo un ronzio nell’aria e colpì il grande pino provocando un gran rumore. Il pino venne scosso come un gigante viene svegliato dal suo sonno. La neve dei rami superiori, come un effetto domino, cadde sopra la neve di tutti gli altri rami provocando così un gran rumore. I corpi dei lupi che giacevano sotto il pino vennero in gran parte coperti di neve ed i lupi che fino a quel momento riposavano a terra, tutti quanti, fecero un balzo in preda al panico. Nel frattempo, dal lato del sentiero che dava verso il villaggio si sentirono abbaiare un paio di cani da pastore. Il grosso lupo, il capo del branco, scosse la neve che si era accumulata su di lui e corse rapidamente nella foresta, seguito dagli altri lupi. Irfan fece un respiro profondo, aspettò per un po’, tirò la corda del suo cavallo e lasciò il sentiero. Ormai non sentiva più le orecchie e i polpastrelli dal freddo, guardò le luci che filtravano nelle remote colline e tirò un sospiro immaginando che sarebbe stato bello essere lì, in quelle case, accanto a una stufa calda.
I lampioni erano ancora accesi quando Irfan e Rüzgar, dopo due ore, arrivarono in città. Raggiunsero la segheria sul bordo del fiume e Irfan scaricò il suo cavallo. Rüzgar, schiumando, si liberò del peso che aveva sulla schiena e si leccò a lungo il sudore mordendosi forte. Mentre Irfan raccoglieva la corda che aveva usato per avvolgere l’albero, il proprietario della segheria arrivò. Il falegname misurò la lunghezza e il diametro dell’albero con il metro. Fece un rapido calcolo e disse che avrebbe pagato ottanta lire turche per l’albero. Quando capì che con quei soldi avrebbe potuto comprare la giacca, che costava settanta lire turche, Irfan sentì che tutta la sua stanchezza se n’era andata. Strappò una metà del suo rotolo di yufka con la ricotta secca dal suo sacchetto di cibo e lo divorò.
Legò il suo cavallo alla segheria e andò dal venditore di stoffe Ali. Chiese la giacca nera con le strisce marroni in vetrina. Mentre si guardava allo specchio con la giacca che era perfetta per le sue misure, divenne impaziente al pensiero di tornare al villaggio per raccontare ai suoi amici del pericoloso viaggio che aveva fatto e mostrare la giacca. Con i soldi rimasti, comprò a sua madre un tessuto nero per fare un shalwar[3] con sopra dei papaveri rossi. Tornò alla segheria, montò Rüzgar, che finalmente si era riposato, e si diresse verso il villaggio galoppando per la strada principale. Appena fuori dal paese si fermò ad una sorgente per abbeverare il suo cavallo. Lì incontrò tre forestali sovrappeso che indossavano un parka verde e cappelli a stelle e strisce luminose, camminavano dentro a pantaloni così stretti che sembravano stessero per strapparsi da un momento all’altro. Li aveva già visti al caffè del villaggio e questa volta non trascurò di salutarli.
[1] La yufka è un tipo di pane molto simile alla piadina ma molto più sottile
[2] Eid è un nome generico di festa religiosa musulmana
[3] Pantaloni larghi tipici dei villaggi
—
Questo racconto è stato pubblicato nell’agosto del 2019 in una rivista i letteratura turca di nome “Yeni E Dergisi” ( http://yenie.net/ )